29 Nisan 2013 Pazartesi

İznik Ultramaratonu 2013

                                                                 Yine yeniden........

2012 yılında İznik Ultramaratonu' nu tamamladığım gün , bu mesafeyi koşmanın çok zorlayıcı olduğunu, ancak yine de  bir daha vazgeçemeyeceğimi anlamıştım. Bu illet bir kez kanıma girmişti. İçimde atomlara ayrılmış milyonlarca ultra  vardı ve ben onlarla baş etmek durumundaydım.
Başıboş gezen bu ultraları organize edip, hemen ertesi gün 2013 yarışına  daha iyi hazırlık yapmak için kolları sıvadım ve kabaca bir çalışma planı yaptım. Yarıştan bir ay sonra  parkuru bir hayli  zor olan Çayırova yarımaratonunu çok rahat ve iyi bir sürede koşmam keyfimi yerine getirdi. Tamam bu kez farklı olacak, giderek güçleniyorum galiba  diyerek umutlandım. Ancak yaz aylarında işle ilgili şehirdışı uzun süreli görevlendirmelerim konsantrasyonumu bozmaya başladı. Sonbaharda ise Somali'ye gidişimden sonra  burada  2 ay boyunca konakladığımız evin   10m x 10 m lik  terasında 35 C güneşin altında  ve yüksek nemde  koşmaya çalışmak ancak vicdanımı rahatlatıyordu. Bu küçük terasta dolap beygiri  gibi koşmaya çalışmak, ip atlamak, plates bantları vs yaptıklarımın  hiçbirinin  antrenman olarak  değeri yoktu biliyordum. Ancak silah seslerinin altında ve  bir yığın korumanın meraklı bakışları arasında yapabileceğim fazla bir şey yoktu. Üstelik tropikal  bölgenin sıcağı tüm metabolizmamı bozmuştu. Kasım 2012 de geri  döndüğümde  ise ,çok çabalamama rağmen  vücudumu   bir türlü  koşmaya ikna edemedim. Ultralarım bozguna uğramış gibiydi. Başa dönmüştüm ve bedenim ısrarla uzun mesafeleri reddediyordu. Yarışa hazırlanamayacağım korkusu sarmaya başladı. 2012'de yarışı  97K'da  de neredeyse bırakıyordum. O nasıl bir mental savaştı öyle.Ilıca istasyonunda tam 2 saat beklemiş ve ondan sonra devam etme kararı almıştım. Bu yıl ne yapıp etmeli, ikmal noktalarında zaman kaybetmeden devam etmeyi başarmalıydım. En zor olanı, durduktan sonra ilk adımı atmaktı, gerisi kolay biliyordum.
Yarış Öncesi hazırlıklar
Yarış zamanı yaklaştıkça heyecanım ve korkum giderek artıyordu. Nette yapılan yorumlar ve paylaşımlar heyecanımı katlıyordu. Bu arada huzursuz olduğum en önemli nokta  ayakkabı seçimiydi. Aylarca birçok  makaleyi ve kullanıcı  yorumunu   okuyup aldığım 3 çift farklı  marka ve model ayakkabıyı denedim  ancak  ayağım  hiçbirinde  rahat edemedi. Sanırım bunun en büyük nedeni, daha önce geçirdiğim diz sakatlığımın uzun tedavi sürecinde, tekrarlama korkusu ile geliştirdiğim "garip" koşu stilimdi. Overpronator desen değil, neutral  desen hiç değil.Bu nasıl bir ayak basışıdır yahu?Yarışlarda çekilmiş  bana ait yüzlerce fotoğrafı tek tek inceleyerek ve videoları  saniye saniye izleyerek geliştirdiğim  bu "garip"koşu ( bir nevi Hülya Koçyiğit)  stilime en uygun ayakkabıya karar vermek zorundaydım. Yavaş koşan ancak dayanıklı bir koşucuydum. Bozuk zeminlere  kolay uyum sağlıyordum ve stabilite problemim pek  yoktu. Herkesin zorlandığı iniş parkurlarında  zaman kaybetmiyordum. O halde ayakkabının tabanı, trail zeminde koşsam bile,  çok sert olmasa da olurdu. Minimalist bir ayakkabı ile 130K koşma fikri çok doğru gelmese  de, mutlaka hafif bir ayakkabıya geçmeliydim, zira stabil ama ağır olan diğer ayakkabılarım  30K dan daha uzun  koşularda beni mutsuz ediyordu. Diğer yandan, doğru seçilmemiş bir ayakkabı yine sakatlanmama neden olacaktı. Böyle düşünürken nihayet kendim için en doğru ayakkabıyı buldum. Henüz ülkemizde satışı yapılmayan Saucony Virrata'yi pek bir sevdim.

 Pratik bir çözüm bulup ayakkabıyı  biraz modifiye ettim.  İçine ikinci bir tabanlık( eski salomon XA Pro tabanlığı) yerleştirerek nihayi tercihimi yapmış oldum. Tek kaygım havanın yine geçen yılki gibi yağışlı olup , iki tabanlığın ayakkabı içinde kayarak beni rahatsız etme olasılığıydı. Yarıştan bir hafta önce koştuğum Bursa Osmangazi koşusunda 15K da herhangi bir sorunla karşılaşmamış olmam  iyiye işaretti.
Sıra destek noktaları için hazırlayacağım eşyalardaydı. Bu yıl destekçi arkadaşlarımı daha az yorma niyetinde olduğum için 42-60-97 Km noktaları için üç ayrı çanta hazırlayıp üzerlerini etiketledim. Her çantada yedek ayakkabı, kıyafet ve bir sonraki noktaya kadar taşıyacağım yiyecekler  vardı.
Son adım ise   rota üzerinde çalışmak oldu. 2012 yarışında koştuğum yarışın tüm  ara geçiş zamanlarını  tek tek inceleyerek yaptığım hataları ve istasyonlarda kaybettiğim zamanları değerlendirerek , yeni bir çizelge hazırladım. Bu yıl hedeflediğim 20 saatlik koşu için her istasyondan en geç ayrılmam gereken saatleri yazıp işaretledim. Parkuru tanıyor olmak ve yavaşlayıp hızlanabileceğim yerleri tahmin etmek işimi kolaylaştırdı.
 Yarışa bir gün kala herşey hazırdı. Ama ben hazır mıydım emin değilim. Dersine çalışmadan sınava giren öğrenciler gibi hissediyordum hala. Bence böylesi bir yarışa hiçbir zaman tam  hazır hissedilmez ve bahaneler hiç bitmez.

Yarışa bir kala medya ile randevu
Yarıştan iki gün önce , Yalova Üniversitesi'nde panelist olarak  katıldığım bir çalışmanın hazırlıkları devam ederken , yerel medyadan bir gazeteci  arkadaş yanıma gelerek acele ile fotoğrafımı çekip yarışla ilgili küçük bir yazı hazırlamak istediği söyledi. Kırmayıp kabul ettim. Asıl  Bursa  bölgesi   gazetecilerinin  yarışı takip edeceğinden,  onların daha ayrıntılı yazacağını düşünerek , biraz da panelin hazırlık heyecanı ile  olsa gerek  yarışa dair fazla detay vermedim. Muhabir arkadaşa  tüm yarış bilgilerini İznik Ultra  resmi sayfasında bulabileceğini söyleyip yanından ayrıldım. Çok da önemsememiştim aslında. Ancak cuma sabah İznik için yola çıkmak üzere iken yayınlanan yazıyı görünce keyfim kaçtı. Üstelik haber yerel düzeyde kalmamış , birçok ulusal sitede ve gazetede  yayınlanmıştı. Benim söylemediğim,  son derece iddialı sözler, benimmiş gibi yayınlanmıştı. O zaman keşke zaman ayırıp doğru bilgileri verseydim diye düşündüm. Böylesi zor bir yarışta ilk hedefin yarışı bitirmek olduğunu belirtseydim. Hatta bir yarıştan ziyade  kişinin kendi fiziksel gücünü sınamasıdır diye üzerine basa basa söyleseydim. Ah Muazzez ah, acemisin işte. Ama olan olmuştu. Yazıları çok fazla kişinin görmemesini dilemekten başka yapacak birşey yoktu. Facebook hesabımda kısa  bir düzeltme yazısı yayınladıktan sonra  arabaya atlayıp İznik için yola çıktım.

 Yol bitmek bilmiyor
Orhangazi 'den ayrılıp  İznik  yoluna girince, yol bitmek bilmedi. Bu kadar yolu bir de koşarak geçecektik. Oysa bu yolu  defalarca bisikletle geçip çok rahat olduğunu biliyordum. Heyecanım  katlandıkça katlandı. Kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Sadece 24 saat. Hayatımda o kadar çok zor geçen 24 saat olmuştu ki. Bu da geçecekti. Arabada "Yarıştan keyif almaya bak "diye kendi kendime  sayıklıyordum.Maraton fuarına kayıt için geldiğimde, nizami bir şekilde ASİCS şeritleri ile  ayrılmış koridordan geçip geçmemekte tereddüt ettim. Sırat köprüsü değil ya, geç işte geç.Bir önceki yıl sadece bilinmeyene karşı duyulan bir heyecan varken, bu yıl ,zorluğu bilmenin getirdiği bir korku da vardı. Derin bir nefes aldım ve bir çırpıda kaydımı yaptırdım, yoksa her an vazgeçebilirdim. Panayır havasındaki ortamın bunda etkisi büyük. Cesaretimi yeniden toplamaya başlamalıydım. Uzun zamandır görmediğim dostlarımı gördüm ve onlarla sohbet etmek bana iyi geldi
Fotoğraf :Ferda FALAY arşivi-Mahmut Yavuz, Ferda Falay
  Son bir haftadır çektiğim mide ağrısı nedeniyle hiç iyi beslenememiştim. Hatta 1-2kg bile zayıflamış olabilirdim. Yine de yarıştaki enerji ihtiyacımı düşünüp ,ağrıyı da  göze alarak, şampiyon  Mahmut 'la   yemek yemeğe gittim ve afiyetle köfteleri mideye indirdim. Arsızca üzerine bir de kaymaklı ekmek kadayıfı ile cila çektim. Hiç pişman değilim, hakim bey. Destek için Yalova 'dan gelen arkadaşlarımı gördüğümde ise  keyfim iyice yerine geldi. Onlarla  kendimi çok daha güvende hissettim. Hepsi ,birçok önceliğini  bırakıp benim için buradaydı ve bu fedakarlıklarını karşılıksız bırakmamak için mutlaka 130K  tamamlayabilmeliydim Bu kadar çok destekçi ile koşacak  tek sporcu bendim galiba. Bir doktor, bir psikolog, bir paramedik ve bir hemşire  desteğinde koşmak herkese nasip olmaz. Böyle bir ekiple değil 130 , 1300  bile koşulur ya neyse. Uçma Muazzez, uçma. Yarışa konsantre ol.....

 Parti parti...
Makarna partisi çok keyifliydi. Mideler tıka basa  köfte ile dolu olunca tek tabak  makarna  yiyemedik ama olsun, orada o havayı soluduk ya yeter. Bir yanda hoş bir koşu atmosferi, bir yanda İznik gölünde gün batımı.


Eğer sağlıklı  bir şekilde bitirebilirsem, kendimi ödüllendirmek için bir haftasonu yeniden buraya gelmeliyim diye düşündüm. Zira  konakladığımız  oteldeki odanın göl manzarası muhteşemdi ancak ben heyecandan keyfine varamıyordum. Hem otel sahibi duymasın ama yarış nedeniyle tüm oteller dolu olduğu için yarış günü son dakika değişikliği ile 2 kişilik odada 4 kişi kaldık. Neyse ki  hepimiz  ertesi günün zor geçeceğini bildiğimizden  makarna partisinden sonra  otele  sessizce sızarak  , son hazırlıkları tamamlayıp,uykuya daldık. Yine yeterince su içmedim.



  Paramedik Ali Akgün ve Hemşire Emsal İbiş. Organizasyonun gönüllü sağlık görevlileri ve benim can dostlarım. Yol boyunca gülen yüzlerini hiç eksik  etmediler. Teşekkürler.

Heyecan...
Yarış sabahı uykumu almış ve dinç hissediyordum. Tüm ayak parmaklarımı tek tek ipek flasterle sardım ki uzun yol boyunca su toplamasın. Midem şiddetle ağrımaya devam ediyordu ancak an itibarıyla  tüm  ağrılara kendimi kapattım, duymuyordum, duymak istemiyordum. Yol boyunca kendime ve diğer sporculara defalarca  hatırlatacağım cümleyi ilk kez kendime kurdum "Acı yok, acı yok, hepsi ilüzyon".

Yarışın başlamasına 15 dk kala start alanındaydık. Bu nasıl bir renk cümbüşüdür. Nasıl bir neşedir. Ortamın rengi bana da yansıdı.


Isınmaya  vakit kalmadan kendimi kalabalığın ortasında buldum.  Nasılsa hızlı koşmayacaktık, yolda  kaslarım ısınırdı. Ama etrafımdaki herkes Avatar filminden fırlamış  devler gibiydi. Ben ise giderek daha da küçülüyordum. "Çok korkuyorum" diye bağırıyordum kalabalığın içinde . Gözlerim sevgili Mustafa Abi 'yi aradı( Mustafa KIZILTAŞ).Sıcak babacan sesiyle " Muziiiiiiii yaparsın" dese koşup herkesten  önce  fırlardım. Ama göremedim, başarılar bile  dileyemedim. Umarım kendisi de  koşarken  dizini çok zorlamaz.


Tam da  korkularım bedenimi  ele geçirmek üzere iken yarış başladı.





  Artık geri dönüşü yoktu. Biraz hızlı başladığımı hissettim ancak yavaşlamak içimden gelmedi. Oysa 42K koşanların çoğunlukta olup hızlı gideceklerini biliyordum.  Onların temposuna  kaptırmamalıyım diye günlerdir kendime talimat veriyordum.
Derbent yokuşunu aralıklarla yürüdüm. Koşabilirdim ancak enerjimi tasarruflu kullanmam gerekiyordu. Öyle ki,  sanki bir ara herkes beni geçmiş, en arkada kalmışım gibi hissettim. İlk istasyona kadar uzunca bir çıkış olmasına rağmen çok rahat ulaştım. Kulağımda çalan müziğin etkisiyle etraftaki sesleri çok iyi algılamıyordum.  İstasyonda çip okutmak için  boş boş bakınırken ,  Ayşin 'in ağız hareketlerini okuyarak "devam et" dediğini  biraz geç de olsa anladım ve  ayıldım. Henüz su ya da başka ihtiyacım yoktu. Durmadan devam ettim.  Köy çıkışında sırta geldiğimde rüzgarın şiddeti ve yönü değişti, üşümeye başladım. Tepede yolu karıştırıp geri dönen bir grubu gördüm. Bir süre sonra bana yetişip geçtiler.


    Foto:İsmet ABLAY arşivi

 İnternet ortamında herkesi ismen bilmek, ne kadar hızlı koştuğunu, nerelerde koştuğunu bilmek, ancak  yanından geçerken tanımamak  ne kötüydü. Konuşup başarılar dilemek isterdim herkese tek tek. Ama kim olduklarını bilmiyordum ki. Yokuşta bir kadın sporcu daha ceylan gibi sekerek yanımdan geçti.(Tabii ki onun da adını bilmiyorum).Koşu stiline bayıldım. Yokuşta parmak ucunda usulca yükseliyordu. Yere dokunmakla dokunmamak arasında. Bu nasıl bir eda , nasıl bir zarafetti. Usulca ve kolayca yanımdan geçip tepeyi aşıp kayboldu. "Vay be"  diye gıpta ederek  arkasından bakakaldım. Bende  öyle koşabilmeyi isterdim. Hem kadın  gibi olabilmek  hem erkeklerle yan yana gidebilmek. Neyse ,bende çirkin ördek yavrusu modunda kendi "garip"stilimle  yola devam ettim.
Bir de  şu fotoğraf çekenler olmasa.  Objektiflere  yürürken yakalanmamak için  neredeyse tüm yokuşları koşmak zorunda kaldım :-)
 Bir sonraki noktaya yaklaşırken, yokuş aşağı koşarak  beslenmeyi tercih ettim ki 28K mini istasyonunda fazlaca zaman kaybetmeyeyim. Ancak köye gelip kurulan standtaki yiyecekleri görünce, hata mı ettim acaba dedim. Yok yoktu .Mini değil, ikmal noktası sanki. Çaresiz suyumu çeşmeden tamamlayıp, elimde 2-3 parça portakalla tepeyi tırmanmaya başladım. Sağ dizimdeki ağrı inceden kendini hissettirmeye başladı. Çok erken olmadı mı şimdi bu? Yakınımda kimse olmayınca kendi tempomda koşmaya devam ettim. Müşküle 'ye gelince  köylü teyzelerin tezahüratı muhteşemdi. Böyle bir ortamda insanın koştukça koşası geliyor. Yol kenarında gülümseyen insanları görmek beni umutlandırmaya başladı. Üstelik  çizelgedeki saatlere uyuyordum ve bir sorun  da yoktu.Neşemiz 10 numara.
Narlıca(42 K) ikmal noktasında destekçi arkadaşlarımı gördüm. Yüzümde kocaman gülümseme. İyi ki varsınız !!!!.Dr.Aylin SAVACI  sağlıkla ilgili durumumu sordu. Sanırsam iyiydim, heyecandan ne yaptığımın çok farkında değildim hala. Ve sonra yine dik yokuş. Dizimdeki ağrı daha  da belirginleşti. Düşünmemek için sağa sola  bakıyordum. Geçen yıl tam bu noktada yağmur şiddetlendiği için çamurla boğuşmaktan doğanın güzelliklerini fark edememiştim. Bu yıl sanki her yer daha yeşil, daha bahar, daha özgür ve mis kokuluydu. Ya da bana öyle geliyordu. Acı yok, acı yok, hepsi ilüzyon. İnişe başladığım noktada Necip'leri yakaladım. Bir süre onların önünde gittim ancak diz ağrım  şiddetlenince sık sık durmaya başladım ve bana yeniden yetiştiler. Solöz görünüyor ancak bir türlü yaklaşamıyorduk. Geçen yıl yağmura rağmen burada hiç yavaşlamadan koşmuştum. Of ağrı ya, düş peşimden, koşmak istiyorum ben. Neyse ki  çok ciddi bir problem yaşamadan 60 K'ye gelmeyi başardık.
 En son 2008 yılındaki Peak Korjenevskaya (7100m) tırmanışı sırasında  gözü dönmüş bir şekilde  meyvelere böyle şuursuzca  saldırdığımı anımsıyorum. Tıpkı kıtlıktan  çıkmış gibi.
Bu noktadan sonra destekçilerimi ancak  37 km sonra göreceğimden üstümü değiştirip uzun kollu T-shirt giydim ve öngördüğüm süreden 8 dk önce istasyondan çıkış yaptım. Dinlendiğim sürede  dizimin ağrısı da sanki hafiflemişti.
 Köy çıkışında tarlaya girmek üzere iken işaretleri görmeme rağmen 8-10 yaşında birkaç çocuk  önüme geçip, ısrarla, kolumdan  da çekiştirerek yanlış yöne göndermek istediler. Onlar için oyun olduğunun farkındaydım, ancak birinin dalgınlığına gelip başka yöne gidebileceğinden, davranışlarının doğru olmadığını  belirterek uzaklaştım. Utanmışlardı. Solöz burnuna kadar tarla yine çamur içindeydi. Anılarım canlandı, daha önce beni en çok zorlayan geçişlerden biriydi bu. Derin traktör izleri çamurla dolmuş, geçiş zorlaşmıştı. Çamur yüzünden defalarca traktör yolundan çıkıp yana  geçmek, sonra yeniden yola dönmek  canımı sıktı. Neyse ki uzun sürmedi. Dereye kadar tekrar koştum. Dere geçişinde ayakkabımı çıkarmaya karar verdim. Eğer 80K koşuyor olsaydım çıkarmayıp ıslak ayakla koşmaya devam ederdim ancak bir sonraki istasyona gidene kadar hipotermiye girmek istemiyordum. Hem yağmur da yoktu. En fazla 1-2 dakikamı alırdı. Zaman kaybetsem de doğru karar verdiğimi sonra  anladım. Koşmaya devam. Asfalta  çıktığımda neredeyse hiç durmadan 75K Örnekköy istasyonuna kadar gölün kenarından çok düşük tempo ile devam ettim.75 K istasyonunda yine çok vakit geçirmeden devam ettim. Bu kez öngörülen süreden 45 dk ilerideydim. Üstelik erken geldiğim için hava hala aydınlıktı. Yolu yarıladığımı hatırlayıp kendimi kutladım ve cevizli hurma ile ödüllendirdim. Bu mucizeyi geçen yılki yarış sırasında Selim  Tuluk 'tan öğrenmiştim. Kan şekerimin çok düştüğü bir sırada, çekirdeği çıkarılıp içine  ceviz yerleştirilen  hurmayı bana uzattığında dünyalar benim olmuştu. Elimi çantama götürüp yiyeceğimi alabilecek durumda değilken bana bomba gibi gelmişti. Bu nedenle bu yıl da bol bol içi ceviz dolu hurma  düzeneği hazırlamıştım :-)) Her 30 dk da  birer bomba tüketilecek şekilde.
Bu noktadan sonra ne olursa olsun yarışı   bitirmeliyim diye düşündüm. Biraz üşümeye başladım ancak gore -tex  giymek için biraz erkendi. Seralar bölgesinde önümden giden İbrahim Efilti 'ye yetiştim. Sonra beraber koşmaya  devam ettik. GPS saatimin şarjı bittiği için artık  sadece süreden geçtiğimiz mesafeyi hesaplamaya çalışıyorduk. Uzunca bir süre eğimsiz yolda koştuk. Yaklaştığımız köyün Ilıca olduğunu düşünerek, zeytin budaması yapan  bir köylüye ne kadar kaldığını sorduk. "Bu köy Ilıca değil ki, Çakırlı, sizin daha en az 10 km yolunuz var" dedi. Tüm kalelerim yıkıldı  bir anda. Yorulmaya başlamıştım ve yol gözümde çok büyüdü. Neyse ki hava henüz kararmamıştı ve aralıklarla da olsa koşabiliyorduk. Ilıca(97 K) ya vardığımızda diz ağrım artık dayanılmazdı. Bir an önce ağrı kesici almalıydım. Öyle ki yokuş aşağı bile koşamaz hale gelmiştim. İstasyona girerken en fazla 15 dk dinleniriz diye planladık ve  öyle de  yaptık. Benden de iyi asker olurmuş hani. Hülya Koçyiğit  gibi koşan, sırtında kocaman askeri çantadan kafası bile görünmeyen bir kadın asker"cik" hayal ettim. İşte ben .Biraz daha koşsam Hollywood filmi bile çekerdim   bu kafayla ya neyse. Gülümsedim. Arkadaşlarıma teşekkür ederek noktadan ayrıldık. Çıkışta Bilge Kurt da bize katılıp bundan sonra 3 kişi olarak devam ettik. Hava karardı.

Bitsin bu çile
Ağrı kesicinin etkisi ile ağrım biraz hafiflemişti ve ekibin de enerjisi ile bir süre daha sorunsuz koştuk. Ta ki ben  kayıp düşene kadar. Kendimi bir anda çamurun içinde buldum. Sanırım büyük bir hasar yoktu ancak çamurun dayanılmaz kötü bir kokusu vardı. Yoksa sadece çamur değil miydi. Kokarca gibi iğrenç kokuyordum. Her nefesimde kokuyu alıyordum ve   kendimden nefret ettim. Üst üste 2-3 kez tökezleyince koşmayı bırakıp yürümeye karar verdik. Aslında koşulacak bir yer de değildi. Yol yoktu, tarladan ilerliyorduk ve budanmış zeytinlerin dalları yerlerdeydi. Tökezlememin sebebi sanırım yolun çok karanlık olmasıydı . Neyse ki Boyalıca 'ya çok kalmamıştı. Planlanan süreden 1,5 saat öndeydik. Umutsuzluğa kapıldığım her an, bunu hatırlayıp rahatlamaya çalıştım. Boyalıca yokuşunda hala koşmaya çalışıyorduk. Eğimin arttığı yerde Selim TULUK yanımızdan araçla geçip selam verdi. Bu bile ne kadar büyük bir destekmiş meğer. Sonra yeniden yürümeye başladık ve istasyona kadar yürüdük.
Ilıca(103 K)'da üstümü değiştirmem kaçınılmaz oldu çünkü çamurlu halim çok kötüydü. Noktada beni bekleyen destekçilerim artmıştı. Bu yarışın en şanslı kişisiydim şüphesiz. Tek bir noktada görme pahasına bile olsa, Mahmut ve Berna Yalova 'dan kalkıp  buralara kadar gelmişlerdi. Canım yanıyordu ancak gülümseyerek iyi olduğumu  hissetmek istiyordum. Yine domates peynir yiyerek kendime geldim. Süslü püslü jeller yerine peynir ekmek beni daha iyi hissettiriyor desem kimse inanmazdı oysa . Ama gerçek bu. Yarıştan sonra esprisi de uzun sürdü tabii. Bilge ve İbrahim de yavaş yavaş yorulmaya başlamış olmalıydı ki , Boyalıca 'dan çıkıp  1 km kadar koştuktan sonra  yine yürümeye başladık. Israrla beni beklemelerine gerek olmadığını, gece yalnız korkmadığımı, koşmak isterlerse gidebileceklerini söyledim ancak yanımdan ayrılmadılar ve üçümüz yola devam ettik. Parkurda beni en çok yoran etap103-121K arası  oldu. Çünkü bir süre sonra mide bulantım başladı ve bundan dolayı tek damla su içmeyip, 18 km boyunca böyle devam  ettim. Haliyle yol da  uzadıkça uzadı . Derin derin nefes alıp, durumu idare etmeye çalıştım. Keyfim kaçtıkça söylenmeye başladım. Kan şekerim de düşmüştü. Huysuzluk ettiğimin farkındaydım ve daha öncesinde hiç tanımadığım , ama bana yoldaşlık eden bu iki insanı da demoralize etmek istemiyordum. Şimdi yalnız olsam , ne güzel dağlara taşlara bakıp  içimden söylenip devam ederdim diye düşündüm.Hem giderim , hem ağlarım hesabı.121K Dikilitaş noktasına geldiğimizde artık üçümüz de kötüydük. Kurulan çadırın içinde ısıtıcıyı görünce çok mutlu oldum. "Beklemenize gerek yok, Dikilitaş 'a  gelmeyin" diye tembih ettiğim arkadaşlarımı görmek ise muhteşem bir sürpriz oldu. İyi ki beni dinlemeyip gelmişlerdi. Kötü halimizi görüp hepimizi güldürmeye çalışıyorlardı. Mide bulantım devam ettiği için tansiyonumun düştüğünü tahmin ettim   ancak kontrolden sonra herşey yolundaydı. O halde mide bulantısını açıklayabilecek  tek ihtimal kalmıştı, o da tadını bir türlü sevemediğim enerji  jelleri .Yine Primat maymun modundaydım. Muzur  Tülin   de, bu fırsatı  kaçırmayarak video çekimi yaptı tabii. Portakal dilimini ağzıma kadar götüremeyip , ben portakala doğru  eğiliyordum. Ne hallere düştük yine. Yarışın kritiğini, çekilen videoları   defalarca izleyerek   en az bir  daha devam ettirecektik, anlaşıldı .Domates peynir yemeden  önceki ve yedikten  10 dk sonraki  halimi  de çektiler tabi. Benim yakıtım tescillendi. Eh ne de olsa halk çocuğuyuz :-))).
Dikilitaş noktasında  tahmin ettiğimizden fazla oyalandık.  Isıtıcıya rağmen iyiden iyiye üşümeye başlayınca  ben hareket etmemiz konusunda ısrarcı davrandım. Bilge çok isteksizdi ancak bitirmemize çok az kalmıştı ve yola koyulduk. Çıkışta tir  tir titriyorduk. Biraz koşmayı denedik ama olmayınca yine  hızlı adımlarla yürümeye devam ettik. Dikilitaş 'ta bize katılan Necip oldukça hareketli görünüyordu ve bizi çekmeye çalışıyordu ancak boşuna. Beklemeyip devam etmesini önerdik, kabul etti. Ablamdan gelen telefon mesajı beni kendime getirdi birden. Uzakta da olsalar  gecenin bu saatinde beni düşünüyorlardı.

Haydi Bilge , az kaldı
 Bilge bize katıldığından  beri çok sessizdi  ve kendisini  hiç tanımıyordum ancak birşeyler yolunda değil gibiydi. Bir süre sonra "Siz devam edin , ben gelirim" dedi ancak İbrahim ve ben onu   bu halde bırakmak istemedik. Şehrin girişinde organizasyonun aracı ile karşılaştık. Tatyana   3-4 km kaldı deyince, bu iş oluyor, finişe geliyoruz  galiba dedim. Bilge  iyice yavaşladı. Artık zorlukla yürüyordu. Biz gidersek orada tek başına kalıp  devam edemeyeceğini hissediyorduk. Finişe daha  erken girmek  bize birşey kazandırır mıydı? Hiç düşünmeden HAYIR. Asıl amaç  bitirmek değil miydi ki zaten? Çizelgeymiş, saatmiş, hepsi önemini yitirdi. O halde biz de Bilge 'nin hızı ile devam edecektik. Bu kadar basit.Şehir sokaklarında artık yorgun, üşümüş ancak keyifle yürüyorduk.

 Bir süre sonra yanımıza bir polis aracı yaklaştı. Polis memurları bizi finişe  kadar araçla götürme teklifinde bulundular. Bu kadar yolu geçip son 2 km'de pes etmek olmazdı. Anlatsak, bu duyguyu anlayabilecek  kaç kişi vardı ki? Muhtemelen memur beyler de anlamadı zaten.Öncesinde birbirini tanımayan üç kişi saatlerdir yan yana koşmuş, artık  kol kola gidiyorduk. Bunun nasıl bir yoldaşlık olduğunu orada olup yaşamayanlar asla bilemez, anlayamaz.
 Sur kapısına geldiğimizde,yol boyunca desteğini bir dakika  bile esirgemeyen can dostlarım Esra, Tülin, Emsal, Ali ve yarışı tamamlayan  şampiyonlar Mahmut Yavuz ve Mustafa Poyraz bizi karşılayıp son  1K'yı  yürüyerek  bize eşlik ettiler


 Gece saat 03:30.Onlarla birlikte tüm ağrılarımı, yorgunluğumu unuttum. Pamuklara sarıp sarmalanmış gibi hafif hissettim, hiç koşmamışçasına. Dostluk böyle bir şey. İyi ki hayatımda varlar ve  bu güzel organizasyona  onlarla  katılmışım.
Şehirde  herkes uyurken, biz yaşama yeni uyanıyorduk sanki. Finişte hepimiz el ele. Teşekkürler  sevgili ailem, teşekkürler sevgili dostlar, teşekkürler Macera Akademisi ve emek veren herkes.

19 saat 53 dakika....... 

Yine olsa, yine koşarız ....belki  biraz  nayıf , ama  herkesin yüreğini yanımızda taşıyacak kadar cesur. Kadınca, başarmanın gururuyla.....büyüyerek.......